Osmanlı'nın yıkılış devrinin mühendislerini bile yakalayamıyorlar!
“Mike benim. Aynı şeyleri defalarca yazdığım hâlde kimse tarafından dikkate alınmadığını fark ettim. Bu sefer dedim ki “Mikdat'ı Mike, Kadıoğlu'nu da Judgeson yapayım." Yaptım; Türkçe birebir çeviri gibi oldu, ama olsun.
"Aynı şeyleri bir de Mike'ın ağzından bir kez daha yazdım. Bu sefer Mike için “İşte bizi çözmüş bir adam!” diye hemen aradılar ve görüşmek istediler."
F.Kafalı- Hocam, ülkemizde bir yabancı hayranlığı olduğu malum, bu durumu bir çok alanda görmek mümkün. Aynı konuyu Yusuf söylediğinde dikkate alınmazken Josef söylediğinde pür dikkat dinleniyor. Mesela Mike Judgeson'ın açıklamaları var. Kimdir Prof. Mike Judgeson? M.Kadıoğlu- Mike benim. Aynı şeyleri defalarca yazdığım hâlde kimse tarafından dikkate alınmadığını fark ettim. Bu sefer dedim ki “Mikdat'ı Mike, Kadıoğlu'nu da Judgeson yapayım." Yaptım; Türkçe birebir çeviri gibi oldu, ama olsun. Aynı şeyleri bir de Mike'ın ağzından bir kez daha yazdım. Bu sefer Mike için “İşte bizi çözmüş bir adam!” diye hemen aradılar ve görüşmek istediler. Aralarında önemli bürokratların da bulunduğu birtakım insanlar “Hocam, biz Mike'la nasıl görüşebiliriz?” diye sordular bana. Bu memlekette içerden çözünce olmuyor, biraz dışarı çıkmanız ve oradan çözmeniz lazım. Tanzimat'tan beri böyle bir yabancı hayranlığı var bizde. Allah sonumuzu hayretsin yani ne diyeyim. F.Kafalı- Sonra tabii açıkladınız durumu. M.Kadıoğlu- Evet. “Mike benim.” dedim. “Hocam, amma yaptın yahu, ne adamsın!” dediler. Şok oldular Mike’ın ben olduğunu öğrenince. “Asıl siz ne adamsınız!” diyecek olan bendim; ama diyemedim. Yani sonuçta Türkiye'de bitmek bilmeyen bir acayiplik, bir yabancı hayranlığı var. Ha bir de politikacılara duyulan hayranlık da biraz acayip. Herhangi bir yerde herhangi şekilde bir politikacı bulunmuş olsun, hemen etrafı sarılıyor. Birkaç dal yüzünden arkadaki devasa ormanın görünememesi, görülememesi gibi bir durum doğuyor. Türkiye'de birçok şey yapılıyor kuşkusuz; ancak kalite de bilimsellik de çok düşük maalesef. Nitelik yerine nicelik daha öne çıkıyor. İşte binanın büyüklüğü, öğrenci mevcudu gibi sayısal ifadeler öne çıkıyor. Şimdi yeni üniversitelerdeki manzaraya bir bakın. Ne kadar çok öğrenci aldık, ne kadar çok bina yaptık diye övünüyorlar. Ama ya eğitim-öğretim kalitesi, ya laboratuarların yeterli olup olmaması vs. Meselenin bu kısmına değinen yok niyeyse. F.Gündoğan- Şehirler için de aynısı geçerli mi hocam? M.Kadıoğlu- Şehirler için de öyle işte. “TOKİ bu kadar bina yaptı.” deniyor. “Şu kadar km uzunlukta yol yaptık.”, “Dünyanın en büyük adliye sarayını yaptık.” Deniyor. Bunlar şimdi övünülecek şeyler mi sizce? Bana göre asla değildir. Ama biliyorum ki bunun da bir alıcısı vardır yani, her şeyde olduğu gibi. F.Kafalı- Ecdat dünyanın en büyük, en estetik yapısını yaptım demiyor Süleymaniye veya Selimiye için. O yapıyı yapan mimar gidiyor Şemsipaşa (Kuşkonmaz) Camii'ni de yapıyor. Büyüğünü de aynı adam yapıyor, küçüğünü de. M.Kadıoğlu- Mütevazılık çok önemli. Orada bir ruh var yani. Beton kalıbın hacmi veya kütlesi değildir önemli olan, o yapının sizde ifade ettikleridir. Bir de hep bu 16. yüzyıl camilerini yapıyoruz, sanki cami mimarisi donmuş, başka bir form yokmuş gibi davranıyoruz. Bilmeyen biri, Ataşehir'deki Mimar Sinan Camii'nin 16. yüzyılda yapıldığını zannedebilir. F.Gündoğan- Bir yüzyıl sonra bu konuşulabilir, evet. M.Kadıoğlu- Mimar Sinan, 16. yüzyılda bu camiyi yaptı ve ona adını verdi, denilebilir. Taklitten öteye giden bir bakış geliştiremedik. Ne ince ayrıntılarda ne kalitede varız. Kaba ve genelgeçer işlerle övünüyoruz. Çılgınlıkla ve büyüklükle övünür hâle geldik. Çılgın lafının ben pozitif bir şey olduğunu düşünmüyorum. Çılgın sıfatı da pozitif bir sıfat olup çıktı yani. E madem rağbet bu yönde, “Çılgın profesör” olarak yazın bari beni de. “Reklamın iyisi kötüsü olmaz.” derler ya. F.Gündoğan- Manşeti böyle atalım. M.Kadıoğlu- Madem çılgınlık güzel bir şey, biz de çılgın profesör olalım. Diğer yandan kelimeler ve onların karşıladıkları anlamlar zamanla değişiyor tabii. Japonya'ya gitmiştim. Orada Kobe Depremi’ne “Great Kobe Earthquake” dediklerini görünce şaşırmıştım. “Great” kelimesi bana pozitif, yani ululama gibi geliyordu o zamanlar. F.Gündoğan- Eskiden hatırlar mısınız İBB'nin ismi de öyleydi: Greater İstanbul Municipality M.Kadıoğlu- Depreme de öyle diyor adamlar. F.Kafalı- Bu sadece Japonya'da böyle değil ki. Türkiye'de de “Büyük İstanbul depremi ne zaman gelecek?” diye soruyorlar mesela. M.Kadıoğlu- Ben hesapladım geçenlerde, 2016 diye çıktı. Fay ucunun biri İzmit'te bir diğeri de Şarköy’de kırılmış. Ortası boş, kırılmamış. Geçenlerde Şarköy’e teknik geziye gittiğimizde, en son şu zaman kırıldı, şu kadar yılda bir kırılıyor ortalama, şeklinde anlattılar bize. Topladım, çıkardım baktım 2016 yılı çıkıyor. Daha 2 senemiz var. Aslında deprem yarın olacakmış gibi hazır olmak gerekiyor tabii. Einstein’a sormuşlar “Deprem ne zaman olacak?” diye. O da “Yarın!” demiş. Durma, git de hazırlan yani. Nasrettin Hoca’nın hikâyesi de bu duruma benzer. Hocaya sormuşlar, “Dünyanın merkezi neresidir?” diye. Hoca da “Burasıdır.” Demiş ve eklemiş tabii: “İnanmazsan ölç de bak!” Bir şeyler yapılıyor; ama olması gerektiği gibi değil. Canlı; ama taze değil. Bizim Maçka'da şöyle bir fıkra anlatılır: 90 yaşında bir nine pazara gitmiş, balık alacak. Leğende balıklar kuyruk sallayıp yüzüyorlar. Demiş ki “Uşağım, bunlar taze midur?” “Görmüyor musun, canlı!” demiş balıkçı. Nine, “Ben de canlıyım; ama taze değilim.” demiş. Yani, canlı olmak yetmiyor. Bina yapmak yetmiyor. Okul, üniversite, tabela koymak yetmiyor. Biraz içini doldurmamız gerekiyor. Bakıyorsunuz şimdi, Türkiye'de yapılan işlerde birçok mühendislik hataları oluyor. Yeni yetişen nesil, bu mühendisler, Mimar Sinan'ın devrini de geçtik, Osmanlı'nın yıkılış devrinin mühendislerini bile yakalayamıyorlar. Mesela Fulya'da Ihlamur Deresinde kasr var bir tane… F.Kafalı- Ihlamur Kasrı. Ben oradan geliyorum hocam. M.Kadıoğlu- Ihlamur Kasrı’na git bak. Resmini çek. Subasman kotu yüksek, merdivenlerle çıkılıyor. Yapan, dere yatağına yaptığını biliyor binayı. Çarşamba Ovası’nda da evler direkler üzerine yapılırdı eskiden. Su gelsin geçsin altından, bina zarar görmesin diye. Şimdi sen Ihlamur Kasrı’nın oraya git de bak, yeni yetme diplomalı IPhone'lu, laptoplu mühendisler sıfır giriş yapıyor. Yani dere yatağına ev yaptığının farkında bile değil ya da işine gelmiyor. Korkunç bir medeniyet gerilemesi var. F.Gündoğan- Şehri planlarken birçok şeyi dikkate alıyoruz aslında; ama iklim ya da rüzgâr dikkate alınıyor mu? F.Kafalı- Burası önemli hocam. Bir yazınızda, “Şehir planlama hayati bir konudur.” diyorsunuz. Şehir planlama neden hayati bir konu olsun? M.Kadıoğlu- Hayatiyeti şuradan geliyor. 2003 Ağustos ayında Fransa'da 35.000 kişi öldü sıcak hava dalgası yüzünden. Şimdi, sıcak hava dalgası nerede etkili olur? Büyük kentlerde, apartmanlarda, beton oranı yüksek olan yerlerde olur. Apartmanların üst katlarında yaşayan yaşlı ve kilolu insanlarda ve astım hastalarında, ayrıca çocuklarda ölümcül oluyor. İstanbul'a bakıyorsunuz, zenginler artık apartmanlarda oturmamaya başladı. Ormanların içindeki villalarda falan oturmayı tercih ediyorlar. Orta kesim ve fakirler, balık istifi gibi üstüste dikilmiş apartmanlara doğru yöneldiler. Gecekondularını satıp apartmankondu yapıyorlar. Apartmanların üst katında yaşayanlar sıcak hava dalgasında nasıl hayatta kalacaklar? Yaşlısı, kilolusu, hastası var. Dünyada inşaat yapılırken uyulması gereken “yeşil oranı” diye bir şey var. Bizde yeşil oranı yok. Şimdi cadde ve sokaklar da rüzgâra göre yapılmıyor. Eskiden İzmir’de cadde ve sokaklar rüzgâra dik yapılırdı ki kara ve deniz meltemi içeri girip çıksın hem içeriyi temizlesin hem de insanların konforu artsın, rüzgâr olsun diye. Şimdi denize karşı âdeta Çin Seddi kuruluyor, o çevre anlayışı hak getire. F.Gündoğan- Makro ölçekte İstanbul'un şu bölgesi için mutlaka boş bırakılması lazım, orası bütün İstanbul'un hava koridorudur, diyebileceğimiz bir yer var mı? M.Kadıoğlu- Bir kere İstanbul'un rüzgârı lodos, poyraz yönünde. Yani kuzeydoğu, güneybatı... Binalar yapıldığı zaman ince taraflarının rüzgâr yönüne gelmesi, ona göre inşa edilmesi lazım. Yollar da caddeler de rüzgâr yönü dikkate alınarak yapılmalı. F.Kafalı- Bitişik nizam olduğunda binanın ince kısmı da gelse kalın kısmı da gelse fark etmez. M.Kadıoğlu- O zaman Çin Seddi yapıyorsun demektir oraya. Binalardan bir set oluyor. Dünyada sıfır karbonlu şehirler, yeşil şehirler yapılmaya çalışılıyor. Yeşil damlı, beyaz damlı… Şehrin rengi de önemli. Yoğunluğu, binanın şekli, iklimlendirilmesi hepsi önemli yani. Bir de şöyle bir şey var, mesela Almanya’ya gidin 1 milyondan büyük şehir yapılmaz, buna izin vermezler. Şimdi İstanbul’a biz dev bir şehir yapacağız, deniliyor. İstanbul gibi bir yerde yeni bir şehir daha kurulduğunu farz edelim. Bu İstanbul’un ne kadar suyu var, havzalarda ne kadar suya ihtiyaç duyulmakta, mevcut su ne kadar insanı besler, şehre ne kadar yol yapılabilir, bu yollar ne kadar insan taşır, gerçi ne kadar insan taşırdan ziyade ne kadar araba taşır diye sormak lazım vs. yüzlerce soru ve sorun üretebiliriz böyle. Tüm bunlara yanıt aranmış mıdır ya da bu sorular gerçekten hiç sorulmuş mudur? F.Kafalı- Şu kadar araçla ne kadar CO2 salınımı olur, mesela. M.Kadıoğlu- Hayır yani, CO2 salınımını da geçtim. Bir yerden bir yere gidebilmek için mevcut yollar bu araç sirkülasyonunu nasıl kaldırır? Bunları düşünmek gerekiyor. Şimdi yol aynı yol, kanalizasyonu, altyapısı aynı, elektrik hattı aynı, her şey aynı, ancak koca koca binaları dikiveriyorlar. Başbakanın geçmişte söylediği bir şey vardı, “şehre (İstanbul’a) vize uygulanmalı” mealinde. Ben bu vize uygulamasının destekçisiyim. Kim yapıyorsa, bunu kim uygulayacaksa yapsın bir an önce. Bu işler yapılırken bir şehir plancısıyla görüşeyim, bir meteoroloğun fikrini alayım, bir takım çalışması yapayım gibi bir hassasiyetimiz yok. İnterdisipliner bir anlayışımız yok. Herkes her şeyi en iyi derecede biliyormuş gibi yapıyor. F.Gündoğan- Daha ulaşım planlamasını katamadık şehir planlamasının içerisine. İklimi de bekliyoruz inşallah.
Comments